24 Nisan 2014 Perşembe

9.TOHUM YASALARI TARIMSAL AYRIMCILIĞI DAYATIYOR, 2005


Seedling, Temmuz 2005 (Editörün yazısı)

GRAIN
Çeviren: Halit Avcı
 HYPERLINK "http://www.grain.org/article/entries/458-july-2005" http://www.grain.org/article/entries/458-july-2005

“Tohum Yasaları” çok muğlak bir terimdir. Fakat eğer siz 1960’lı yılların sonlarında Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nde (FAO) veya “gelişmekte olan” denilen bir ülkenin Tarım Bakanlığında çalışıyor olsaydınız, bunun anlamı sizin için muhtemelen oldukça açık olacaktı. Daha önceleri tohum yasaları tohumların alım-satımını düzenleyen kurallarla ticaretleştirilmesi ile ilgiliydi: hangi materyalin hangi koşullarda piyasada satılabileceğini konu alıyordu? 1960’lardan 1980’lere kadarki dönemde FAO ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar, tohum yasalarını gelişmekte olan ülkelere benimsetmekte çok güçlü bir rol oynadı. Resmi olarak ifade edilen temel düşünce, yalnızca, verimliliği arttırmak ve böylece büyüyen nüfusu beslemek için çiftçilere “iyi nitelikli” ekim materyalini ulaştırmayı güvence altına almaktı. Ancak, FAO ve Dünya Bankası’nın ısrarla benimsetmeye çalıştığı alım-satım kuralları, tam da tohum sanayisinin yerleşik olduğu Avrupa ve Kuzey Amerika’dan geliyordu. Tohum sanayisi, tohumları uzman profesyoneller eliyle üretiyor; ve artık tohumlar çiftçilerin kendisi tarafından çiftliklerde üretilmiyor. Hemen belirtelim ki, bu tohum yasalarının çiftçileri korumakla hemen hemen hiçbir ilgisi yoktur ama özel tohum sanayisinin para kazanması ve dünya çapında piyasaları kontrol etmesi için gerekli koşulları yaratmakla çok fazla ilgisi vardır; bunu herkes açıkça bilmelidir.
Bugünden bakıldığında görülür ki, tohum yasaları tümüyle baskıya yöneliktir. Onlar çiftçilerin neyi yapamayacakları hakkındadır. Bu yasalar ne tür tohumların satılamayacağını, değiş-tokuş yapılamayacağını hatta bazı durumlarda kullanılamayacağını belirler. Bunların hepsi ticareti düzenlemek ve gıda üreticilerini korumak adına yapılır! Bu anlamda tohum yasaları, bitki türü koruması ve patentler gibi fikri mülkiyet hakları (IPR-intellectual property rights) rejimleriyle el ele yürür. İki tür yasa -alım-satım düzenlemeleri ve mülkiyet hakları- birbirini destekler. Aslında tohum yasaları, duruma göre, çok daha kötü olabilir. Bu yasalar çiftçilerin tohumlarının piyasaya çıkmasını yasaklar; böylece onların güçlü biçimde uygulandıkları ülkelerde bir tür tarımsal ayrımcılık (apartheid) yaratır. IPR-korumalı tohumlar, onların mülkiyetine sahip olanlar dışında kişilerce satışa çıkarılamaz. Tohum yasaları, geleneksel türlerin de -tohum sanayisince üretilmeyen ve IPR tarafından korunmayan tohumlar- serbestçe dolaşıma girememesini garantileme eğilimindedir. Resmi olarak satın alabilecekleriniz, birkaç devlet onaylı özel türden ibarettir.
Tahmin edebileceğiniz gibi, tohum yasaları ve IPR’lar büyük ölçüde aynı sürecin ürünüydüler ve bir DNA sarmalı gibi birbirlerine sarılmışlardı. Avrupa’da I. Dünya Savaşından sonra belirlenen tohum alım-satım kuralları, 1961’deki Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği (UPOV-Union for the Protection of New Plant Varieties) Sözleşmesi’yle somutlanan sürecin temelini oluşturdu. ABD’de benzer bir süreç yaşandı; ama ABD çok daha hızlıydı; bitki patentleme sistemini 1930’da kurmuştu. Her ikisinde de tohumlar yeni bir iş alanı ve yeni bir “bilim” haline geldi; ardından yeni bitki ıslahçıları sınıfı, kârlarını ve düzenlemeden kaynaklanan çıkarlarını korumak için yasal koruma duvarları çekilmesini istediler. Diğer insanların yeni güller yetiştirmesini engelleyebilmek ve gülleri kendi başlarına çoğaltabilmek için ‘mülkiyet hakları’ üzerine çığlıklar attılar. Çiftliklerden rekabeti kaldırmak ve yalnızca sözde “geliştirilmiş” veya “yüksek verimli” türlerin satışına izin verecek sıkı ölçütler üzerinde anlaşmak anlamına gelecek şekilde, tohum ticareti konusunda alım-satım kurallarını belirlemek için baskı yaptılar. 
Bunun ötesinde, Avrupa ve ABD bir ölçüde farklılaştı. Avrupa, tohum alım-satımına ilişkin her bir ayrıntıyı dikte etmek üzere uyulması zorunlu kurallar, denetimler ve polis güçleri yaratarak devlet kontrolü yolunu tuttu; her ne kadar bu işlemlerin çoğu sonradan özel sektöre devredilmiş olsa da. AB’de sistem zorlayıcıdır. Eğer tohum satmak istiyorsanız, türünüzü bir ulusal listeye kaydettirmeli ve belgelemelisiniz. Belgelendirme, türünüzün farklı, yeknesak (homojen) ve durulmuş (değişmez) (“FYD”) olduğunun ve onun mevcut türlerin (sebzeler hariç) ötesinde gerçek bir zirai veya teknolojik ilerleme sunduğunun kanıtlanmasını gerektirir. Eğer bunu yapmazsanız, elinizde bulunan herhangi bir türün tohumlarını satmanıza izin verilmez. ABD kalite denetimlerini yerine getirmek için aynı ölçütleri ve işlemleri benimsedi; fakat onlar sistemi gönüllülüğe dayalı olarak bıraktılar. Bu, eğer istemiyorsanız kayıt yaptırmak ve belge almak zorunda değilsiniz, anlamına gelir. Ancak ayrılık orada sona erer. Tohum yasaları ve bitki ıslahçılarının hakları öylesine sıkı sıkıya birbirinin içine geçmiştir ki, aynı devlet kuruluşu ve aynı alan teknisyenleri her ikisine de bakar. Ayrıca, bitki ıslahçılarının tekelci haklarıyla kilit altına alınmamış belgeli ürün türleri pek nadir bulunur.
Tüm bunların sonucu, piyasada ve çiftlikte genetik çeşitliliğin toplu biçimde yok edilmesi oluyor. Bu aynı zamanda çiftçilerin adım adım ama sürekli biçimde güçsüzleştirilmesi anlamına geliyor. Yetiştirme, seçme ve tohum korumaya ilişkin geleneksel bilgiler ve geleneksel beceriler ile geleneksel türler sanayileşmiş dünyanın çiftliklerinden neredeyse kayboldu. Buna rağmen son 40 yıldır gelişmekte olan ülkeler aynı yoldan gitmeye zorlanıyor. Bir alay lobici, danışman ve kalkınma kuruluşu, bu ülkelerin çoğuna ya Avrupa ya ABD sistemini ya da bu ikisinin bir karışımını benimsemeyi telkin ediyor.
Bugünün ufku 
Tohum yasaları bugün dünyanın çoğu ülkesinde var. Bunların yarısında tohum ticareti için tür kaydı ve belgelendirme zorunludur (AB modeli). DUS ölçütleri her yerde kullanılıyor ve dünya çapında tohum ticaretini kolaylaştırmak ve uyumlulaştırmakta yararlanılan birkaç uluslararası sistem bulunuyor. Fakat ticari tohum, çiftçilerin gerçekte ektiklerinin yalnızca bir bölümünü oluşturuyor. Gelişmekte olan ülkelerde çiftçiler -ne piyasa ne de devlet- tohum ihtiyaçlarının yüzde 70’ini doğrudan doğruya kendileri temin ediyor. Afrika’da bu oran yüzde 90’dır. Avrupa’da ise İsviçre’de yüzde 5 gibi düşük, Almanya’da yüzde 50 gibi yüksek bir oran görülüyor. Yasal kurallara rağmen çiftçiler hâlâ dünyanın en büyük tohum sağlayıcısıdırlar. Bu, tohum yasalarının etkisiz olduğu anlamına gelmez. Fakat onların çok daha fazla hasar yaratabileceğini vurgular.
Tam da şu sıralarda, tohum yasaları dünyanın birçok yerinde değişikliğe uğruyor. Seedling’in bu sayısında mevcut duruma göz atmaya karar vermemizin nedeni budur. 
Asya ve Latin Amerika’da yasalar, tohum sanayisinde ve tohum ticaretindeki yeni eğilimlere yanıt verecek şekilde yeniden yazılıyor. Bu şekilde yasalar, IPR mevzuatıyla artan ölçüde bütünleşmeyi, genetiği değiştirilmiş (GM-genetically modified) tohumların alım-satımını kolaylaştırmak için biyo-güvenlik düzenlemelerine bağlantıları, ve bazı ülkelerde, Avrupa’nın zorlayıcı yaklaşımına doğru ürkütücü bir yönelişi içerecek şekilde değiştiriliyor. Bolivya’dan Hindistan’a kadar birçok ülkede çiftçi grupları, toplumsal hareketler ve sivil toplum kuruluşları (STK) bu yeni yasa değişikliklerini etkilemeye ve onlara karşı çalışma yürütmek için uygun stratejiler geliştirmeye gayret ediyor.
Afrika’da, tohum sanayisinin işbirlikçisi politikacılar ile ABD ve bazı Avrupa devletleri, yeni bölgesel tohum yasaları temelinde yeni bölgesel tohum piyasaları kurmak için sıkı biçimde çalışıyor. Afrika belki de şimdiye kadar tohum yasalarından en az zarar gören kıta oldu; fakat bu yeni bölgesel sistemler, yerel tohum özyönetimini inşa etmeye ve pekiştirmeye çalışan küçük çaplı çiftçiler için yaşamı çok zorlaştırabilir. 
Doğu Avrupa’da birçok ülke, Avrupa Birliği ile uyumlulaşma ve nihayetinde bütünleşme adına AB sistemini benimsiyor. Batı Avrupa’da ülkeler, bir yandan biyo-teknoloji sanayisini ve yeni birlikte yaşama (geleneksel, organik ve GM tarımı) politikasını desteklemek için çaba gösteriyor, diğer yandan da, ironik biçimde, geleneksel ve yerel türlere yeni yasal alan yaratmakta ısrarlı davranıyor. Avrupa bütün bu yıllar boyunca tohum yasalarından ağır biçimde zarar gördü ve burada ürün çeşitliliğini ekonomik ve yasal gettosundan çıkarıp yeniden günlük çiftçiliğe ve gıda piyasalarına sokmak için çalışan çok sayıda grup ve aktivist bulunuyor. 
Savaş alanları
Tüm bunların içinde iki ana eğilim var. Çoğunlukla tohum yasalarının işi giderek daha da zorlaşıyor; hükümetler ve tohum sanayisi, şirket tohumları için tutsak edilmiş bir müşteri kitlesi yaratma çabalarını iki katına çıkarmak zorunda kalıyor. Fakat, kısıtlamaları biraz olsun gevşetme ve -geleneksel türler ve çiftçilerin seçmeleri (selection) anlamında- çiftçilerin tohumları için biraz serbest alan bırakma yönünde ortaya çıkan bir çatlak da söz konusudur. Çoğu kez bu iş, ayrı katalog ve tescil listeleri oluşturma, DUS (FYD) ölçütlerinden muafiyet ve normal ücretlerden muaf tutulma önerileri getirmeye kadar varıyor. Avrupa’da bu, tam da şu sıralarda büyük bir savaş cephesidir. Fakat Brezilya da çiftçilerin tohumları için bir rahatlama imkanını yasalaştırıyor; Malavi ve Mozambik, çiftçiler ve yerel türlerle ilgili katılımcı bitki yetiştirme işinin ürünleri için alan açmaya gayret ediyor; Cezayir aynı yönde çalışıyor; Çin, çiftçilerin tohumlarını yeni yasanın dışında tutmaya karar verdi; ve Hindistan, gündemdeki Tohum Yasa tasarısına karşı, onun çiftçilerin elindeki materyal için öngördüklerine ilişkin olarak devasa protestolarla yüz yüzedir. 
Tüm bunlar ne anlama geliyor? Bu, nereden baktığınıza bağlıdır. Genel bir perspektiften bakıldığında, eğer öncelikle resmi tohum tescili ve belgelendirme zorunlu olmazsa, çiftçiler çok daha iyi durumda olurlar; böylece onlar istedikleri materyale ve aynı zamanda çok daha anlamlı bir desteğe kavuşurlar. Öte yandan bu yasaların pek çoğu çiftçilerin tohumlarını kendi aralarında değiş-tokuş etmelerini yasaklıyor. Kuralların uygulanıp uygulanmamasından bağımsız olarak, bu, temel bir hak sayılması gerekenin inanılmaz bir inkarıdır. Ardından, alım-satım konusuna geliyoruz ki, işin hilesi buradadır. 
Resmi tohum piyasalarının, geleneksel türlere ve çiftçi tohumlarına -halen onlara kapalı olan yerlerde- açılması, bizi birbirinden çok farklı iki yöne götürebilir. Bir yanıyla bu açılma, günümüzde çiftçileri büyük sermaye ve küçük bir elit tarafından kontrol edilen tek tip tarım modeline iten sistematik eğilimler ve devlet baskısının yarattığı zorluklar olmaksızın, yerel, çiftçilerin denetimindeki tarımı güçlendirmek için bir fırsat oluşturabilir. Ancak bunun başarılması için, yerel tohum arzının nasıl geliştirileceği, yerel çeşitliliği gıda sistemine gerçekten entegre etmek için tüketicilerle, tüccarlarla ve yerel hükümet görevlileriyle birlikte nasıl çalışılacağı ve bu sistemlerin hem genetik kirlenmeye, hem de kolayca istismar edebilecek olan büyük şirket tekelcilerine karşı nasıl korunacağı konularında, çiftçilerin tarafında güçlü bir politik strateji çalışması yapılması gerekir. Bu imkansız değildir; bu yönde harekete geçirilebilecek devasa bir ilgi ve kaynak havuzu var. Fakat bu, ileri düzeyde bir strateji ve iyi bir örgütlenmeyi gerektirir; çünkü başarının anahtarları, kesin olarak yerinden yönetimcilik, gerçek özyönetim, yerel denetim, kolektif haklar ve bu yöntemi desteklemekte olan gıda sistemlerinin güçlü kültürel bütünleşmesi etrafında dönecek. 
Diğer yanıyla, resmi tohum piyasalarının yerel türlere açılması, eğer çiftçilerin tohum piyasalarının kurulmasında fazlasıyla kapitalistçe bir yaklaşım benimsenirse, yerel çeşitliliğin toplu yıkımına da sebep olabilir. Bu gerçek bir tehlikedir; topluluğun geçim imkanlarını, topluluk haklarını ve çiftçi kontrolünü güçlendirme iddialarının aksine, bunları zayıflatacaktır. Bu, geleneksel şirket tohum sanayisi modeline uygun çiftçi tohum sanayileri yaratmak anlamına gelir. Böyle bir yaklaşımın yol açacağı, daha fazla özelleştirmenin, tekellerin ve nihayet genetik tek tipleşmenin tehlikelerini önceden görmek için fazla beklemeye gerek yok. Özellikle organik ürünlere, GM’siz tarıma ve topluluk destekli yerel piyasalara dünya çapında büyüyen bir talep olduğu göz önüne alındığında, bu yolu tutmanın çekiciliği yüksektir (gerek küçük girişimler, çiftçi örgütlenmeleri, STK’lar, kooperatifler, gerekse -neden olmasın- Syngenta’nın kendisi için).
Eğer farklı yapılardaki ülkelerimizde özyönetimci, kültürel olarak anlamlı ve toplumsal destekli tarım biçimleri için umut besleyeceksek, çiftçi-denetimli tohum sistemleri başarılı olmalıdır. Günümüzde gelişmekte olan dünyanın tohum arzının yüzde 70 gibi büyük bir oranının çiftçilerden geldiğine bakarak, bunun değişmez ve tartışılmaz bir olgu olduğu düşünülebilir. Kesinlikle böyle değil. Bu yüzde 70, bizim şimdiden Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya ve Avustralya’da gördüğümüz gibi, küresel tohum sanayisi tarafından bütünüyle soğurulmaya giderek daha fazla açık durumdadır. Tohum yasalarının gündemini tam da bu oluşturuyor. Sonuç olarak, biz çiftçilerin tohum sistemlerini kurmak ve desteklemek için bu yasalar içinde veya dışında mücadele edebiliriz; fakat içinde asla kazanamayız. Bu yasalar tohum sanayisi için yapılmıştır ve olsa olsa çiftçilere biraz yasal soluklanma alanı vermek için gevşetilebilir. Ancak gerçek mücadele, çiftçilerin tohum sistemlerini ve eylem içinde özyönetimi güçlendirmek için çalışarak tabanda yürütülendir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder