24 Nisan 2014 Perşembe

5. BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİKTEN EDİNİLEN FAYDALARA YENİ BİR ÇERÇEVE ÇİZMEK: ERİŞİM VE FAYDALARIN PAYLAŞIMIYLA İLGİLİ BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK SÖZLEŞMESİ ÜZERİNE BİR PERSPEKTİF, 2005


GRAIN  28.04.2005

Çeviren: Halit Elçi
 HYPERLINK "http://www.grain.org/article/entries/452-re-situating-the-benefits-from-biodiversity" http://www.grain.org/article/entries/452-re-situating-the-benefits-from-biodiversity

2004 yılında, Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu (BÇK) üyeleri “genetik kaynaklara erişim ve faydaların paylaşımı hakkında uluslararası bir sistem” için görüşmelere başladılar. Birçok kalkınmakta olan ülke hükümeti, bu süreç karşısında coşku ve heves içerisindedir. Bundan, biyolojik korsanlığa son verecek ve BÇK’nın uzun süredir vaat ettiği şeyi, yani biyolojik çeşitlilikten sağlanan “faydaların adil ve eşit paylaşımı”nı nihayet gerçekleştirecek bir adım olarak bahsediyorlar. Gerçekte ise, bu sistemin faydaların paylaşımı açısından getireceği değişiklik yok denecek kadar az, adil ve eşit paylaşımla ilgili ise bu kadarcık bile işlevi olmayacak. Meselenin odak noktası, geçmişten bu yana BÇK’deki tartışmaların düğümlendiği noktada varolmaya devam edecek: Araştırma ve ticarileştirme için genleri kullanım hakkı ve bu kullanım için uygun bir fiyatlandırmanın belirlenmesi.  Bu sistemle gerçekleşecek gibi görünen tek yeni unsur, muhtemelen bir genetik kaynağın elde edilişinin, yasalara göre edildiğini ispatlayan bir sertifika sistemi şeklinde düzenlenecek olan ulusal erişim mevzuatlarının, uluslararası düzeyde yürürlüğe girmesi (ki bu, sadece genetik kaynaklara ulaşan ve elde edenleri korumakla sınırlı bir kapsamı var–Ed.).
1992 Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’nun (veya Sözleşmesi’nin) üç hedefi de inanılmaz derecede iddialı. Birinci ve ikinci hedefler, tek başına alındıklarında bile yeterince iddialılar: biyolojik çeşitliliğin korunması ve bu çeşitliliğin bileşenlerinin hiçbir istisna ve kısıtlama olmaksızın sürdürülebilir kullanımı. Ama en cüretkar ve çarpıcı olanı yine de üçüncü hedef: Genetik kaynakların kullanımından doğan faydaların adil ve eşit paylaşımı.
Eğer dünyadaki biyolojik çeşitlilikten edinilen faydaların adil ve eşit paylaşımı gerçekleşirse, bu, genetik kaynaklar üzerindeki hakimiyet ve kullanım biçimini kökten değiştirecek bir şey olurdu. Bugün söz konusu faydalarla, doğal kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımı yönünde gösterilen yoğun uğraşlar giderek birbirinden ayrılıyor. Bu uğraşı gösteren ve dünyanın biyolojik çeşitlilik bakımından zengin ormanlarının, tarlalarının ve sularının büyük çoğunluğunu fiilen idare eden kırsal topluluklar ve yerli halklar, ekonomik ve politik güçler tarafından büyük bir hızla kenara itiliyor. Onlara ait olan kaynaklar başkaları tarafından sömürülüyor; hakları gerektiği biçimde kabul görmüyor, tanınmıyor, desteklenmiyor. Daha da kötüsü, uyguladıkları geleneksel kullanım ve paylaşım sistemleri kısıtlanıp zayıflatılıyor ve bu da bizzat biyolojik çeşitliliğin erozyonuyla sonuçlanıyor.
Adil ve eşit paylaşımın gerçekleşmesi, ilk olarak, toplumun geleneksel biçimde geçimini sağlaması için gerekli olan biyolojik kaynakların tüm kullanım hakkının ve aynı zamanda da, bu kaynakların uygun şekilde idare edilmesi için gerekli olan toprak ve su üzerindeki hakların, eskiden olduğu gibi, gerçek sahiplerine iade edilmesi demek olacaktı. Bu, biyolojik kaynaklar üzerinde hükümetlerin iddia ettiği ulusal mülkiyet hakları da dahil olmak üzere, fikrî mülkiyet hakları (IPRler) veya diğer araçlar yoluyla, genetik maddeler üzerindeki tüm tekelleşme ve özelleştirmenin sonu anlamına gelecekti. Biyolojik araştırmalardan elde edilen sonuçların tamamının, bundan faydalanabilecek olan herkes tarafından ücretsiz ve serbestçe paylaşılmasını gerektirecekti. Kısacası, genetik kaynakların, satılacak bir pazar metası olarak değil, korunup geliştirilecek bir miras olarak idare edilmesini gerektirecekti.
Biyolojik Korsanlığın Sonu mu?
Uluslararası BÇK Rejimi biyolojik korsanlığın sonunu getirebilecek mi? Bu, daha çok insanların bu sözcüğe ne anlam yüklediğine bağlı. Biyolojik korsanlık çok iyi tanımlanmış bir terim değil, ve şimdilerde öylesine çok farklı anlamlarda kullanılıyor ki, biz GRAIN’de bundan giderek daha çok kaçınmaya çalışıyoruz.
Biyolojik korsanlık kavramının kendisinde, uzun zaman önce birçokları tarafından fark edilmiş ama asla yeterince ciddiye alınmamış bir sorun var. Korsanlığın asıl anlamı, izinsiz ya da karşılığını ödemeden başkasına ait olan bir şeyi almaktır. Bu dolaylı olarak şu anlama gelir; eğer bir çeşit ödeme yapılırsa, artık bir sorun yoktur. Ama bizce, sorunun önemli bölümü bu tablonun “ait olma” meselesiyle ilgili kısmındadır. İzinleri ya da ödemeleri ayarlayıp işi bitirebilirsin. Ama işin en başında bir sorun yok mu, biyolojik çeşitliliğin birilerine ait olduğunu kim söyledi? Biyolojik korsanlıkla ilgili her tartışmanın, yanlış bir çözümle sonuçlanmasına neden olan bir mülkiyet varsayımı var. Değerleri haksız yere elde etmenin bir biçimini düzeltme görüntüsü altında,  gerçekte onların elde edilmesini kolaylaştırıyoruz. (Monsanto’nun fikri mülkiyet haklarına çözüm olarak, toplumun fikri mülkiyet hakkına da böyle varmıştık.)
“Megaçeşitliliğe sahip” ülkelerin[1] hükümetleri, uluslararası BÇK rejiminin biyolojik korsanlığı sona erdirebileceğini söylerlerken, tamamen saf yasalcı bir bakış açısını benimsiyorlar. Eğer kullanım ulusal yasalarla uyum içinde gerçekleşirse, bu tanıma göre bu biyolojik korsanlık olmuyor. Onların gözünde, genetik maddelerin hükümetin izni olmaksızın kullanımını ve/veya patentlenmesini zor ya da imkansız hale getirecek bir ruhsat sistemi, biyolojik korsanlığı tamamen ortadan kaldırmasa da büyük oranda azaltacaktır.
Biyolojik çeşitliliğin asıl sahipleri ve yöneticileri, yani köylü toplulukları ve yerel halklar, bunun aslında pek işe yaramayacağını düşünüyorlar. Devlet kurumları veya diğer sözde kamu kurumları tarafından gerçekleştirilen biyolojik korsanlık, yabancı şirketlerin biyolojik korsanlığından genelde daha yaygın. Bir çok ülkede, yasalara ve devlet görevlilerine göre genetik kaynaklar üzerindeki ulusal egemenlik, devletin mülkiyetinde olmak anlamına geliyor; yani toplulukların kendi toprak veya su kaynaklarının hortumlanması üzerine söz hakları ya çok az var ya da hiç yok. Danışma ve hatta izin alma şeklinde bazı resmi zorunlulukların olduğu yerlerde bile, pratikte hayır deme şansları çok az.
Bazı ülkelerde, biyolojik çeşitlilik üzerindeki denetimi topluluklardan devlet kurumlarına geçirmek için ya da doğal kaynaklar üzerindeki geleneksel yönetim biçimleri hakkındaki bilgileri, topluluk hakları korunmaksızın veritabanlarına aktarmak için, ulusal biyolojik çeşitlilik mevzuatının kullanılması üzerine gelişen politik çatışmalara giderek daha çok rastlıyoruz. Örneğin, şu an Megaçeşitliliğe Sahip Ülkeler sekreterliğine ev sahipliği yapan ülke olan Hindistan’da, yüzlerce topluluk, yasada değişiklik isteyerek yeni Biyolojik Çeşitlilik Yasasının zorunlu kıldığı yerel Biyolojik Çeşitlilik Yönetim Komiteleri’ni kurmayı reddetti çünkü bunun biyolojik çeşitliliği korumaktan çok özelleştirmeyi kolaylaştırmanın bir aracı olduğunu düşünüyorlar. Brezilya’da, Genetik Miras yasasındaki değişimler, veritabanlarındaki geleneksel bilginin mevcut korumasını kaldırmaya, ticari veya bilimsel amaçlarla biyolojik kaynaklardan örnekler toplanması için izin almadan önce topluluk onayı alınması zorunluluğunu geçersiz kılmaya ve biyolojik örnek toplama anlaşmalarıyla Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nı faydaların paylaşımında tek hak sahibi yapmaya doğru ilerliyor. Ve bütün bunlar biyolojik korsanlığı kontrol altına alma adı altında yapılıyor. Birçok insana göre, devletler en büyük biyolojik korsanlara dönüşüyorlar.
BÇK’nın Temelindeki Uzlaşma
Elbette ki bunlar, BÇK ile gerçekleşecek gibi görünmüyor, çünkü BÇK’nın hiçbir zaman buna niyeti olmadı. Bir çok uluslararası anlaşmada olduğu gibi,  BÇK’nın söylemi başka, gerçek politik içeriği başka. Yaklaşık 20 yıl önce metnin taslağının hazırlanmasına yardımcı olan birçok idealist biyolog, hiç şüphesiz, doğal kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımıyla ilgili amaçlara içtenlikle bağlıyken –hatta muhtemelen bazıları faydaların paylaşımıyla ilgili amaçlara da-, anlaşmaya son halini vermek için kollarını sıvayan vurdumduymaz politikacıların gündemi bambaşkaydı. Kuzeyde doğmakta olan ve hükümetleri tarafından hararetle teşvik edilen biyoteknoloji endüstrisi, genetik malzemeye erişimini sağlama almak istiyordu. Güneyin biyolojik çeşitlilik zengini hükümetleri, bunun onlara politik bir manivela ve yepyeni bir iş imkanı sunduğunun farkına varmışlardı.
Böylece şu şekilde bir taslak metin hazırlandı; Güney’in hükümetleri, kendi sınırlarından geçen genetik maddelerin (kendi topraklarından başka yerlere giden) akışlarını denetleyebilecekler ve Kuzey’in özel şirketlerinin bu maddelerden ticarileştirdiği her şeyden kar payı talep edebileceklerdi. Karşılığında da şirketler, genlerin kullanımı için kanunen ödeme yapıp hak kazanmış başkalarını bundan uzak tutmak için, patentleri ve diğer fikri mülkiyet haklarını serbestçe kullanabileceklerdi. Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’nu vücuda getiren politik konsensüsün gerçek temeli de, doğal kaynakları koruma kaygısı değil, bu iş anlaşması idi. 
Konsensüsün anahtarı, genetik kaynaklar üzerindeki ulusal egemenlikle ilgili sağlam iddialardı. Herkesin tahmin edebileceği nedenlerle, söz konusu girişimlerin bu zemine dayalı olması kalkınmakta olan ülkeler için oldukça cazipti. BÇK, bütün hükümetlerin genetik kaynakları kendi çıkarlarını gözetmeden, insanlığın ortak mirası olarak idare ettiği savına son verdi. Gerçekte, sömürge hükümetleri, sistematik olarak bir kaç yüz yıl boyunca, önce devlet mülkiyetindeki şirketlerle ve botanik bahçeleri ya da tıbbi araştırma enstitüleri gibi sözüm ona ticari olmayan kurumlar aracılığıyla, sonrasında da tarımsal gen bankaları ve mikrobik koleksiyonlarla, genetik kaynakları kendi çıkarları için Güney’den söküp almaktaydılar. Sömürgeler dönemi bittikten sonra da, “insanlığın ortak mirası” lafzı, şimdi özel şirketlerin artan kontrolünde ve fikri mülkiyet haklarının güvencesi altında devam eden bu söküp alma işinin üstünü örten bir sis perdesi oldu. Öyle görünüyor ki, biyolojik çeşitlilik üzerindeki ulusal egemenlik, kalkınmakta olan ülkelere nihayet bu sömürge ilişkisine son vermek için hukuki bir imkan sunuyor.
O günlerde bir çoğunun fark etmediği ve belki de bazılarınca bugün hala fark edilmemiş olan şey, erişim kontrolünün ve genetik kaynakların metalaştırılmasından yana kullanılan tercihlerin, dolaysız olarak, gelişmiş ülkelerin ve ulusötesi sanayinin ekmeğine yağ sürdüğüydü. Ulusal erişim mevzuatı, genetik kaynakların kontrolsüz şekilde dışarı çıkarılmasına kesin olarak engel olabilirdi. Herhangi bir ülke Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’na göre, sınırlarını kapatma ve gen çıkışını durdurma serbestliğine sahiptir. Ama bu durumda, Konvansiyon’un yarattığı iş imkanı da uçup gidecektir. Biyolojik çeşitliliğin kendisinden beklenen ekonomik faydayı üretmesinin tek yolu, mevzuat tarafından denetim altında tutulduğu farzedilen şirketlerle, botanik bahçeleriyle ve araştırma enstitüleriyle ticari anlaşmalara girmektir. Ve bunların hiçbirisi, araştırmalar sonucunda bulunan herhangi bir şeyin patentini edinme hakkını garanti etmeyen bir sözleşmeyi imzalamayacaklardır bile. Bir başka deyişle, erişim mevzuatı biyolojik korsanları alt edecek araçları sağlamadı. Aksine, onlarla ortaklık içine girme ihtiyacı doğurdu. Fikri mülkiyet haklarının yeni ve kaygı uyandıran dünyasına karşı bir savunma olamadı, aksine bu dünyaya giriş bileti oldu.
Bu yaşananlara bakınca, Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’nda erişim meselesiyle ilgili bir çok tartışma yürürken, faydaların paylaşımının çok az gündeme gelmesi şaşırtıcı gelmiyor. Sözler açığa çıkarıyor. Yıllardır, BÇK belgelerinde faydaların paylaşımından, kalıplaşmış “erişim ve faydaların paylaşımı” ifadesi dışında (kısaca EFP) asla bahsedilmiyor; belirtmeden geçmeyelim, BÇK’nın gerçek metninde de bu ifade görünmüyor. Anlaşma hedefleri arasında önemli bir yeri olmasına rağmen, buna karşılık, “adil ve eşit” bölümü hepten görünmez olmuş durumda. Bu ne demek oluyor? Bu demektir ki, kullanılan genler için para ödeme zorunluluğundan başka, faydaların paylaşımıyla ilgili hiç bir yükümlülük yoktur; hele de faydaların paylaşımının adil ve eşit olması yükümlülüğü hiç yoktur.
Pratikte BÇK’de yaşanan erişim ve faydaların paylaşımı tartışmaları, faydaların paylaşımına karşıt biçimde, erişime odaklanmış durumdadır. Ama bu kadar değil, aynı zamanda erişimin de çok özel bir biçimine, ticari veya bilimsel amaçlarla biyolojik kaynaklardan örnek toplanmasına odaklanmıştır. Şimdiye dek BÇK’nın erişim ve faydaların paylaşımı üzerine en iddialı belgesi olan Bonn Kılavuzu, esas itibarıyla biyolojik kaynaklardan örnek toplanmasıyla ilgili sözleşmelerin müzakeresi ve uygulanması için bir el kitabı durumundadır. İlgi odağındaki bu darlığın sebebi nedir? Çünkü genetik kaynaklara erişimin daha olağan tüm biçimleri, özellikle tüm BÇK öncesi koleksiyonlar, BÇK’nın kapsama alanının dışında kalmıştır, ve bu yüzden sanayi için herhangi bir EFP engeline takılmaksızın zaten ulaşılabilir durumdadır. Bu, biyolojik kaynaklardan örnekler toplanması işinin, biyoteknoloji endüstrisi ile kalkınmakta olan ülke hükümetlerinin çıkarlarının kesiştiği noktada bulunduğu anlamına gelir. Her ikisi için de en büyük potansiyel değer taşıyanlar, koleksiyonlarda bulunamayan genetik maddelerdir; çünkü bunlar için alternatif bir kaynak yoktur. 
Doğmakta olan yeni uluslararası sistemin, erişim ve biyolojik kaynaklardan örnekler toplanması meselelerinden ötesini göremeyen bugünkü miyopluktan daha uzağı göreceğini ummak için pek az sebep var. Şimdiye kadarki tartışmalar, esas olarak bilinen pozisyonların tekrarlanmasından ibaret oldu. Daha geniş yaklaşımlara gösterilen hoşgörü ise çok sınırlı. Örneğin, Erişim ve Faydaların Paylaşımı Çalışma Grubu’nun Şubat 2005’te Bangkok’ta gerçekleşen toplantısında, bir Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) temsilcisi, fikri mülkiyet hakkı korumalarının hızla çoğalmasının, faydaların paylaşımı üzerindeki kapsamlı etkileri hakkında daha geniş bazı sorunları gündeme getirmeye cüret edecek oldu. Bu yüzden AB, ABD ve diğer gelişmiş ülke temsilcilerinin şiddetli saldırılarına maruz kaldı, daha sonra BM Çevre Programı da onun fikirlerine katılmadığını bildirdi.
Sertifikalar Kavramı
Sistem tartışmalarında gerçekten sadece bir yeni unsur var; bu da Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’nun prensiplerine ve uygulamadaki ulusal mevzuatlara uygun biçimde erişilmiş olan genetik kaynakları belgeleyecek bir uluslararası sertifikalar sistemi yaratmak için, Megaçeşitliliğe Sahip Ülkeler Grubu’nun sunduğu öneridir. Uluslararası sistem fikri Megaçeşitliliğe Sahip Ülkeler tarafından 2002 Cancun deklarasyonunda (kutuya bakınız) ilk kez ortaya atıldığında da, bu zaten bu fikrin ana bileşeniydi. Kullandıkları terim, “yasal menşei (kaynak) sertifikası” idi. Gerçekte varacağı yer, ulusal erişim mevzuatları için, Dünya  Net etkisi, Megaçeşitliliğe Sahip Ülkeler’i ve diğer genetik kaynak satıcılarını, alıcılar ve onların fikri mülkiyet hakları sistemiyle daha eşit bir düzeye getirmek oldu; bu da sonuç olarak genetik mallar için “daha iyi fiyatlar”a götürdü.
MEGAÇEŞİTLİLİĞE SAHİP ÜLKELER GRUBU
- Megaçeşitliliğe Sahip Ülkelerin Hemfikirler Grubu, 2002’de Meksika, Cancun’daki bir toplantıda kuruldu. Kurucu üyeler biyolojik çeşitlilik açısından en zengin, kalkınmakta olan bir düzine ülkeydi.
- Üyelerin sayısı o zamandan bu yana 17’ye çıktı. Şu an grup, Bolivya, Brezilya, Çin, Kolombiya, Kosta Rika, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Ekvator, Hindistan, Endonezya, Kenya, Madagaskar, Malezya, Meksika, Peru, Filipinler, Güney Afrika ve Venezüella ülkelerini içeriyor.
- Grup, temelde bir biyolojik çeşitlilik karteli ve büyük oranda, tıpkı OPEC’in petrol ihracatçıları için yaptığı gibi, biyolojik çeşitlilik zengini ülkelerin pazarlık güçlerini arttırmayı hedefliyor.
- Kuruluş belgesi olan Cancun Deklarasyonu’nda ilk hedef olarak şunu belirtiyor: “Biyolojik çeşitlilik pazarı olan uluslararası arenada ortak bir cephe açmak için çabalarımızı birleştirmek.”
- Bir diğer ana hedef; “bilimsel, teknik ve biyoteknolojik işbirliğini geliştirmek (…) biyoteknolojinin gelişimini garanti altına alırken biyolojik çeşitlilikten ve ekosistemlerden üretilen mal ve hizmetlerin değerini arttırmak.”
- Grup her sene bakanlık ve uzmanlar düzeyinde görüşmeler yapıyor. Son toplantı Ocak 2005’te Hindistan’da yapıldı.
- Megaçeşitliliğe Sahip Ülkeler Grubu, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), Dünya Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) ve Küresel Çevre Fonu (GEF)’ndan mali ve pratik destek alıyor.
Anlayış şöyleydi; BÇK üyesi devletin sınırları dışına çıkarılan her “genetik kaynak”, sözkonusu malın dolaşımının hem BÇK’nın temel gereklerini, hem de ulusal mevzuatın dayattığı ek koşulları karşıladığını ispatlayan, sağlayıcı ülkede hukuken yetkili bir organ tarafından verilmiş bir sertifikayı taşıyacaktı. Bu sertifikanın ana kullanımı, fikri mülkiyet hakları uygulamaları içerisinde olacaktı. Örneğin bir genetik kaynağı temel alan bir ürün geliştirildiğinde, patent başvurusunda bulunmak, sadece geçerli bir sertifikayla yapılabilecekti.
Başka bir deyişle, bu sertifika, kalkınmakta olan ülkelerin, genetik kaynaklar için patent uygulamalarında “kaynağın açıklanması” gerekliliği yönündeki uzun vadeli taleplerini karşılayacak bir mekanizma olacaktı. Ama bu, sertifikanın “kendine yeten”, ulusal hükümet acentelerini kapsayan ve BÇK tarafından koordine edilen bir sistem altında verilmiş bağımsız bir belge olduğu diğer tekliflerden farklıdır. Bu şu anlama gelir; patent büroları, sertifika koşullarının karşılanıp karşılanmadığı hakkındaki esas değerlendirmelere katılmayacaktır. Tek rolleri, tıpkı bir patent başvurusunu değerlendirmeye alırken zaten yaptıkları şekilde diğer resmi gereklerin yerine getirilip getirilmediğini kontrol ettikleri gibi, geçerli bir sertifikanın olup olmadığını kontrol etmek olacaktı. Bağımsız şekilde yayınlandığı takdirde, sertifika başka bağlamlarda da kullanılabilirdi. Örneğin, araştırma fonu için başvurulduğunda, ya da üretimi tamamlanmış bir ürün pazarlama kaydı için ilgili mercilere sunulduğunda, geçerli bir sertifika sunulmasına gereksinim olabilirdi.
Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu - Dünya Ticaret Örgütü - Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü Bağlantısı
Bu öneri, “kaynağın açıklanması” hakkında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (DFMÖ)’nde yaşanan önceki tartışmalarla çok yakından bağlantılıdır ve bu yüzden, bu otomatik olarak, BÇK sürecinin buradaki gelişmelerle, iki yönlü işleyebilecek sıkı bir iç bağlantı içerisinde olduğu anlamına gelir. Özellikle, kalkınmakta olan bazı ülkeler, geçtiğimiz yıl boyunca “açıklanma” gereğinin çeşitli yönleri üzerine, DTÖ’nün Ticari Yöndeki Fikri Mülkiyet Hakları Konseyi’ne yenilenmiş başvurularda bulunmuştu. Eğer sorun, bazılarının inandığı gibi DTÖ’nün Hong Kong Bakanlar Toplantısı’nda sonuca bağlanırsa, bu BÇK süreci üzerinde doğrudan zincirleme bir etki yaratabilir.
“Kaynağın açıklanması” meselesi uzun süredir çıkmaza girmiş olmasına rağmen, sertifika önerisinin kabul edilebilecek olmasının sebeplerinden biri, bu öneri ile mevcut ticaret ve fikri mülkiyet müzakereleri arasındaki dolaysız bağlantıdır. Çok taraflı ticaret görüşmelerinin Doha Raundu ve DFMÖ’nün kendisi, olumlu bir tadilat için ümitsiz bir ihtiyaç içerisindeler ve bu, çok az şey pahasına görüntüyü önemli ölçüde kurtaracak bir uzlaşma olabilir. Sertifika sistemi, çalıntı olduğu besbelli olan maddeleri bloke etmek dışında patentlemede herhangi bir kısıtlamayı gerçekten içeremeyeceği için, gelişmiş ülkeler pozisyonlarını pek terk etmiş olmayacaklardı. Zaten bazı gelişmiş ülke hükümetleri, özellikler Avrupalılar, ama aynı zamanda Kanada ve Yeni Zelanda gibi ülkeler, kaynağın açıklanması hususundaki katı duruşlarını yumuşatmaya başlamış durumdalar. İsviçre ile AB, DFMÖ ve DTÖ’ye kapıyı biraz aralayacak öneriler getirdiler ve sertifikalar konusuna çok nazik bir ilgi gösterdiler. Eğer bir sertifika sistemini kabul etmek karşılığında, kalkınmakta olan ülkelerden, genetik kaynaklar ve geleneksel bilgiler üzerindeki fikri mülkiyet haklarının rutin kullanımı için daha açık bir destek talep edebilselerdi, alışveriş onlar için çok daha cazip bir hâle bürünebilirdi.
Ne değişecek?
Epeyce uzun ve zorlu bir müzakere sürecinin (Şubat Bangkok toplantısının bazı delegeleri 10 yıllık bir maratondan söz ediyorlar) ardından, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke hükümetlerinin sertifika sisteminin bir versiyonu üzerinde anlaşmayı başardıklarını varsayalım. Bu uluslararası rejimin merkezi bir unsuru haline gelir; aksi takdirde bu rejim en fazlasıyla Bonn Rehberlik Açıklamaları’nda ya da başka bir yerde varolan dili yeniden kullanıma sokmaktan ibaret kalır. Bu pratikte ne anlama gelir? Bu, genetik kaynaklara erişimin mevcut modellerini nasıl değiştirir? 
Bunun yol açacağı esas değişiklik, sertifika yayınlamış bir sağlayıcı ülke hükümetinin, belgelenmiş kaynağın izini sürmek için şimdikine kıyasla daha kolay bir yola sahip olması olurdu. Patent veri tabanları, bu kaynaklarla ilgili başvuruları teşhis etmekte kullanılabilirdi ve bu başvuruların, sertifika koşullarını (örneğin sağlayıcıya yapılan telif ödemeleri gibi) yerine getirip getirmediği kontrol edilebilirdi.
Tasarının detayları ne olursa olsun, ulusal yasama ve/veya biyolojik kaynaklardan örnekler toplanmasıyla ilgili sözleşmelerin müzakeresi aracılığıyla erişimin koşullarını belirlemeye gelindiğinde, sertifika sisteminin sağlayıcı ülkelerdeki ulusal hükümetleri daha güçlü bir konuma getireceği kesindir. Elbette, izleme sistemi bunun gibi bir yasal zorlama sağlamamakta. Yine de, suçlulara yaptırım uygulayacak bir çeşit yasal eyleme ihtiyaç duyulacaktır. Ama pratikte, sistemin varlığı da halihazırda caydırıcı bir rol oynayabilir.
Mesele, bu daha güçlü konumu hükümetlerin nasıl değerlendireceğidir. Erişimle ilgili tüm BÇK hükümlerinin sorunu, sadece konvansiyonun tarafları yani hükümetler arasındaki ilişkileri kesin yasal terimlerle düzenliyor olmasıdır. “Önceden bilgilendirilmeli muvafakatı” (prior informed consent) garanti etme ve karşılıklı belirlenmiş erişim şartlarını müzakere etme yükümlülüğü, hükümetler arasında bulunmaktadır. Ama hükümetler nadiren genetik kaynakların doğrudan veya gerçek sahipleridir; özellikle de BÇK tarafından öncelikli olarak korunan kendi doğal ortamında bulunan (in situ) malzemeler ve ticari ya da bilimsel amaçlarla toplanan tipik biyolojik örnekler söz konusu olduğunda... Gerçek sahipler, sıradan vatandaşlar, özel örgütler ya da şirketler olabilir, ama çoğunlukla, geleneksel yaşamlarının ve bilgi sistemlerinin bütünleyici bir parçası olarak bu kaynakları idare eden kırsal topluluklar ve yerli halklardır. 
Hükümetleri, biyolojik çeşitliliğin asıl sahipleri ve yöneticileri olan küçük çiftçilerin ve yerel toplulukların gücünü ve konumunu güçlendirmek için BÇK ile tanınmış yetkilerini kullanmaktan alıkoyacak hiçbir şey yok. Biyolojik kaynaklar üzerindeki ulusal egemenlik, kendi başına, ulusal mülkiyet veya tümüyle kontrol anlamına gelmez. Bunun asıl anlamı, devletlerin, kendi yetki alanlarında oyunun kurallarını koyma hakkına sahip olduklarıdır. Devletler, genetik kaynakların asıl sahiplerine “önceden bilgilendirilmeli muvafakatı” verme ve karşılıklı belirlenmiş şartları müzakere etme hakkı tanıyabilir; bu haklara muvafakat (consent)ı reddetme ve erişimi engelleme hakları da dahil edilebilir. Devletlerin bunu yapmasına engel olacak bir şey kesinlikle yok. Gerçekte, bunun, BÇK’nin tek doğru, hiç değilse mantıklı yorumu olduğunu söylemek için güçlü nedenler var. Diğer BÇK yükümlülüklerinin sadece devletlere uygulanmasını kimse tartışmıyor. Doğal kaynakların korunması ve sürdürülebilir kullanımının herkesi içine alan ortak sorumluluklar olması doğal karşılanıyor. Peki bu durumda neden erişim koşulları kendi başına bu kadar farklı bir kapsama sahip? 
Gerçekte, bazı önde gelen Megaçeşitliliğe Sahip Ülkeler de dahil olmak üzere, birçok hükümetin sicili iyi değil. Çok yaygın olan durum şu ki; erişim yasaları, topluluklara ve diğer biyolojik çeşitlilik sahiplerine hiç ya da çok az söz hakkı bırakacak şekilde, gücü devlet kurumlarının elinde topluyor.  Yani, sağlayıcı hükümetlerin yeni sistemle pekiştirilmiş yasal konumlarının, bu ülkelerdeki biyolojik çeşitliliğin sahiplerinin konumunda bir güçlenme anlamına gelmeyeceğini, hatta muhtemelen tam tersinin olacağını söylemek için birçok neden var. Felaket senaryosu şu olacaktır; gen anlaşmalarında daha sağlam bir pazarlık gücü elde etme beklentisi, hükümetleri erişim üzerindeki denetimi tamamen tekelleri altına almak için cesaretlendirecek ve topluluklarla yerli halkları öncekinden de zayıf bir konumda bırakacaktır.
BÇK’deki tartışmalar, bu korkuları hafifletmek bakımından hiç işe yaramadı. Evet, geleneksel bilgiyle ilgili topluluk haklarının tanınmasında bir ilerleme var, ama mesele genetik kaynaklarla ilgili haklara gelindiğinde, hükümetlerin çoğu toplum denetimine alan bırakmaktan titizlikle kaçınıyorlar. Erişim ve Faydaların Paylaşımı Çalışma Grubu’nun Şubat’ta Bangkok’ta gerçekleşen toplantısında, Afrika Grubu, toplulukların geleneksel bilgi üzerinde olduğu kadar, genetik kaynaklar üzerindeki kontrolünü de güçlendirmenin önemini tutarlı bir şekilde kabul ederek, dikkate değer bir istisna oluşturdu. Afrikalılar, ayrıca, topluluklarla hükümetler arasında rekabet yerine işbirliğini güçlendirmeye çalışarak, kendi toplumlarının kitlesel gelişiminin bir aracı olarak biyolojik çeşitliliği kullanma görüşlerini çok açık bir şekilde ifade ettiler.
BÇK’nin Erişim ve Faydaların Paylaşımı sistemi sürecinde şimdiye dek sesini çıkaran tek gözlemci grup olan yerli halklar için, tüm bu tartışmaya ek olarak hatta tüm bunlardan önemli bir mesele daha var. Yerli halklar, kendi başlarına birer ulusturlar. Ve bu yüzden tıpkı devletler gibi, aynı uluslararası kanunlara göre, kendi genetik kaynakları üzerinde egemenlik iddiaları var. Biyolojik Çeşitlilik Üzerine Uluslararası Yerli Halklar Forumu, çok açık olarak, yerli halkların devletlerden devredilmiş haklar istemediklerini, ama tıpkı teritoryal haklar ve diğer doğal kaynaklarla ilgili olduğu gibi, kendi egemenlik haklarını istediklerini söylemekte. Bu, açıkça, birçok devlet tarafından çok tehditkar bir şey olarak algılandı ve son bir kaç toplantıda giderek gerginleşen ilişkilere neden oldu. Yerli halkların temsilcilerinin çoğu, sistem müzakereleriyle ilgili çok kötümser beklentiler içindeler ve yerli halkların haklarının ihlallerini arttıracak bir durumun ortaya çıkacağını öngörüyorlar.
Erişim söz konusu olduğunda, uluslararası sistem oyunun kurallarını bir noktaya kadar değiştirebilir; ama yerel topluluklar ve yerli halklar söz konusu olduğunda, bu değişim muhtemelen daha kötüye doğru işleyecek. Ana hedef olduğu varsayılan “faydaların paylaşımı” açısından ise, sistem neredeyse tamamen anlamsız olacak. Bunun sebebi ise, erişim kurallarını yeterince radikal bir şekilde değiştirmeyecek olması değil, erişim düzenlemesinin gerçekte “faydaların paylaşımı”yla çok az ilgisi olması.
Faydalar Kimin İçin?
Erişim ve fayda paylaşımı tartışmasının tüm trajedisi, onun büyük oranda bir yanılsamaya dayanmasında yatıyor. Bu yanılsama, biyolojik çeşitlilikten elde edilen faydaların gerçekte ne olduğuyla ilgili tamamen bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor. Edinilen gerçek faydaların çok küçük bir kısmı, birkaç seçilmiş genin özelleştirilmesinden ve ticarileştirilmesinden geliyor. Genetik kaynaklardan elde edilen faydaların büyük bölümü, biyolojik çeşitliliğin milyarlarca insan tarafından çiftliklerinde ve köylerindeki gündelik kullanımı üzerinden gerçekleşiyor. Özelleştirilmemiş ve ticarileştirilmemiş biyolojik çeşitliliğin, insanların günlük geçimlerine, çevre sağlığımıza ve yerel ekonomik kalkınmaya kattığı sınırsız değerle kıyaslandığında, biyolojik kaynaklardan örnekler toplanması anlaşmalarından elde edilecek potansiyel fayda çok değersiz kalıyor. Kalkınmakta olan ülkelerin hükümetleri on yıl önce yağmur ormanının sonundaki yeşil altın hazinesinin hayaliyle büyülenseydi, bu anlaşılır bir şey olurdu. Ne de olsa, “piyasa”nın, kalkınmakta olan ülkelerin çevre ve ekonomilerini bir taşla iki kuş vurarak nasıl koruyacağına dair yeni buldukları hakikati vaaz eden yüksek ücretli kuzeyli akademisyenler güruhu ve doğal kaynakları koruma yanlısı STK’lar tarafından bu hayale sürüklenmişlerdi. Ama bugün, Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’nın yürürlüğe girişinden bu yana geçen on yıldan fazla bir zamanın ardından, biyolojik kaynaklardan örnekler toplanmasıyla ilgili işlerin sayısının ve değerinin gülünç derecede küçük olduğunu ve gerçekten sonuca bağlanan çok azında da, ekonomik kazancın devletler ve benzer şekilde topluluklar için önemsenmeye değmeyecek düzeyde olduğunu biliyoruz. BÇK’nin başlangıcından bu yana, GRAIN ve diğer birçokları bunun bir çıkmaz sokak olduğu konusunda uyarıda bulunmuşlardı. (1) Bugün biyolojik kaynaklardan örnekler toplanması anlaşmalarından ve çift taraflı sözleşmelerden çıkar bekleyen asıl fırsatçılar bile ayıldılar ve bu saf hayalin başarısızlığının birçok deneysel kanıtını yayınlıyorlar. Yakın zamanlarda basılmış, bilimsel ya da ticari amaçlarla biyolojik kaynaklardan örnekler toplanması anlaşmalarıyla ilgili bir kitapta, 1991’den bu yana geçen bütün sürede Pasifik kıyısındaki 41 ülke içinde toplam sadece 22 erişim anlaşmasının sonuca ulaştığı belgeleniyor. (2) Bundan sonra devletlerin bu serabın peşinde koşmaları ve esas faydaları ihmal etmeleri için hiçbir mazeretleri olamaz. 
Çiftçilerin, orman korucularının, balıkçıların, avcıların ve diğerlerinin oluşturduğu çok sayıda topluluk için faydaların paylaşımıyla ilgili can alıcı mesele, erişimi kontrol edip edememek değil. Faydayla ilgili olarak asıl önemli olan, biyolojik çeşitliliği kullanmak, idare etmek, paylaşmak ve geliştirmekte kendi özerkliklerini sürdürmek. Bu bakımdan, birçok insan için kendi hükümetlerinin, ulusötesi biyoteknoloji şirketlerinin karlarının küçük ya da büyük bir bölümünü cebe atmayı becerip becermediği pek farketmez. Tam anlamıyla ekonomik olarak bakıldığında, biyolojik kaynaklardan şirketlerin mi yoksa hükümetlerin mi kar ettiğinin de pek önemi yok.
  Uluslararası Rejim Süreci
--Uluslararası rejim düşüncesi, hükümetlerarası düzeyde ilk defa Megaçeşitliliğe Sahip Ülkeler Grubu tarafından formüle edildi. 2002’deki Cancun Deklarasyonu’ndaki kuruluş raporlarında dile getirilen taleplerden biriydi.
--Aynı yıl içinde daha sonra, Sürdürülebilir Gelişme üzerine yapılan Johannesburg Zirvesi’nde, hükümetler BÇK’dan böyle bir anlaşma için müzakereleri başlatmasını istediler.
--2003 (EFP Çalışma Grubu 2) ve 2004’teki (PK 7) CBD toplantılarında müzakereler için bir talimatname taslağı hazırlandı.
--Talimatname, erişim (15.) ve geleneksel bilgi (8.j) maddelerini, ayrıca sistemin ana yoğunlaşma noktası olarak BÇK’nin üç hedefini tanımlıyor. Aynı zamanda, müzakerelerin BÇK 8j Çalışma Grubu’yla işbirliği içinde üstlenilmesini gerektiriyor.
--Şubat 2005’te Bangkok’taki ilk müzakere görüşmesi aslolarak talimatnamenin daha net açıklanmasıyla geçti. Bir sistemin gerekli olup olmadığı, bağlayıcı olmasının gerekip gerekmediği, yeni bir yasal araç mı yoksa varolanların bir derlemesi mi olacağı ya da zaten varolup varolmadığı gibi temel meselelerde bile çok az anlaşma sağlandı.
--Bir sonraki müzakere toplantısı Ocak 2006’da İspanya’da yapılacak ve 8j Çalışma Grubu’yla arka arkaya gerçekleşecek.
--Daha sonra EFP Çalışma Grubu, yeni bir talimatnamenin de tartışılacağı Mart 2006’da Brezilya’da gerçekleşecek olan PK 8’e rapor verecek.
--2004 ve 2005 boyunca, DTÖ Ticari Fikri Mülkiyet Hakları Konseyi’nde, kaynağın açıklanması, sertifikalar, bilgilendirilmeli önceden muvafakat (prior informed consent) ve faydaların paylaşımı üzerine çeşitli bildiriler sunuldu. Bazıları, EFP ve/veya kaynağın açıklanmasının, Aralık 2005’teki DTÖ Hong Kong Bakanlar Toplantısı’nda bir gündem olacağını düşünüyor. Oradaki herhangi bir tartışma, BÇK müzakeresini doğrudan etkileyebilir.
--Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nde, kaynağın açıklanması konusu, Daimi Patent Komitesi, Genetik Kaynaklar Devletlerarası Komite, Geleneksel Bilgi ve Folklor gibi çeşitli teknik heyetlerde ve Patent  İşbirliği Anlaşması reformu ile ilgili toplantılarda tartışıldı. “Açıklama zorunluluğu” veya bir sertifika sistemi üstüne BÇK veya DTÖ’de politik bir anlaşma gerçekleşirse, daha teknik görüşmelerin yapılmasının gerekeceği Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü bundan doğrudan etkilenecek. 
Faydalarla ilgili olarak asıl büyük farkı oluşturacak olan şey, ulusal veya yerel yasaların, ekonomi politikalarının, patent ve tohum rejimlerinin, toprak mülkiyeti modellerinin ve geri kalan sosyoekonomik çevrenin, biyolojik çeşitlilik temelli uygulanabilir bir ekonomi için topluluklara alan bırakıp bırakmadığıdır. Genellikle, son birkaç on yıl boyunca bu alan çok fazla yıpratıldı. Toprak, su ve diğer kaynaklar üzerinde süren çekişmeler, toplulukları geçim kaynaklarını elde tutmayı ve güvenceye almayı sürdürmekte zayıf bıraktı. Patentler ve diğer tekel araçlarıyla beraber araştırmaların da özelleştirilmesi, genetik materyallere erişimi sınırladı. Tohum yasası, geleneksel çeşitleri yasadışı ilan etti ve standart ticari tohumlara üstü kapalı bir geçişi zorunlu kıldı. Biyolojik çeşitliliği koruma projeleri, 
örneğin doğal koruma alanları bile, biyolojik çeşitliliğin geleneksel idaresini önledi. Eğer hükümetler Biyoloji Çeşitlilik Konvansiyonu’nun faydaların paylaşımı hedefi konusunda ciddi olsalardı, genetik kaynaklardan kimin faydalanıp kimin faydalanmadığını gerçekte belirleyen bu temel yapısal etken ve kusurlara yoğunlaşırlardı; birkaç biyolojik ticari anlaşmanın önemsiz katkısına değil.
GRAIN gibi gruplar olarak, bu tartışmalarda toplumsal bir perspektifi vurguladığımızda, bazen dikkati asıl konudan uzaklaştırmakla eleştiriliyorduk. Bu konuyla ilgili olarak hiçbir şey şimdikinden daha yanlış olamazdı. Kırsal toplulukların ve yerli halkların yerel biyolojik çeşitliliği yönetim sistemleri, biyolojik çeşitlilikten sağlanacak faydayla ilgili herhangi bir değerlendirme için, iki farklı ve birbirini tamamlayan açıdan merkezi bir öneme sahiptir.
Birincisi, biyolojik çeşitliliğin korunması ve kullanılması, toplumun katılımı ve denetimi olmadan hiçbir anlam taşımaz.  Dünyada hala varlığını koruyan biyolojik çeşitlilik bakımından gerçekten zengin ortamların çoğu, yerel toplulukların aktif ve etkili emanetçiliği sayesinde varolabiliyor. Ortayolcu kalkınma program ve pratikleri tarafından güçleri ellerinden alınmadığında, yerel topluluklar, biyolojik çeşitlilikten edinilen çok yönlü faydaları kullanmak ve üretmek konusunda çok büyük bir kapasiteye sahipler. Hükümetlerin fikri, toplulukların kendi çevreleri ve kültürel pratikleri hakkında kendi özerkliklerini ve özgürlüklerini koruyabilmelerini engellemeyecek yönde değiştirilmedikçe, biyolojik çeşitliliğin yıkımı fazlasıyla hızlanacak ve Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu daha ilk hedefinde tümüyle başarısız olacak.
İkincisi ise şu; faydaların paylaşımıyla ilgili olarak başka yollardan değil kırsal topluluklardan bir şeyler öğrenmeye ihtiyacı olanlar, ortayolcu neoliberal kalkınma planlamacılarıdır. Genetik kaynakları önce tekelleştirerek, sonra da kar için satarak biyolojik çeşitlilikten değer üretilebileceği düşüncesi, sadece yanlış değil, zararlı bir fikirdir de. Biyolojik çeşitlilik, ancak çok büyük zorluklarla, patentler, sözleşmeler ve mahkemeler gibi yapay ve masraflı denetim sistemleri kullanarak tekelleştirilebilir. Bu tekelleşmenin zorla uygulandığı yerlerde ortaya çıkan uzun vadeli etki, yeni bir ek net değer fazlası yaratılması değil, biyolojik çeşitliliğin kırsal toplulukların elindeki çok büyük gündelik değerinin çekilip alınması ve yıkıma uğratılması ve böylece bir bütün olarak toplumun elde edeceği toplam faydanın azaltılmasıdır.
Toplum, hakların sorumluluklarla dengelenmesi ilkesi üzerinden işleyen, çok incelikli ve gelişkin türde yaratım ve paylaşım modelleri üretmiştir ve üretmeye devam edecektir. Bunu bilgisayar programcılığı olsun, bitkisel hekimlik ya da bağımsız medya olsun, ekonominin daha serbest sektörlerinde her gün görmekteyiz. Biyolojik çeşitlilik alanında, genetik kaynaklar geleneksel olarak geniş ölçekte paylaşılmış durumdadır, ama bu paylaşım bunların edinildiği kültürden ya da onları gözetme sorumluluğundan koparılmış değildir. Biyolojik çeşitliliği “koruma” meselesi, gerçekte bu bağları korumakla ilgilidir. 
Biyolojik çeşitlilik temelli kalkınmanın gerçek potansiyeli hayata geçirilecekse, önü açılması, ilerletilmesi ve uygulanması gereken şey, bu tür bir faydaların paylaşımı yaklaşımıdır. Çiftçilerin, bir avuç “süper tohum” ve patent mülkiyeti haraççısına mahkum edilmesi, bu yönde bir gelişmenin ve bununla birlikte Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’nun asıl hedeflerinin ilerletilmesi değil, bozguna uğraması olacaktır.
Notlar: 
[1] The Gaia Vakfı ve GRAIN, “Biodiversity not for sale: Dismantling the hype about benefit sharing”, Global Trade and Biodiversity in Conflict, Issue No. 4, April 2000, London/Barcelona, 19 pp. 
Bkz. http://www.grain.org/briefings/?id=134.
[2] Santiago Carrizosa, Stephen B. Brush, Brian D. Wright, ve Patrick E. McGuire (eds), “Accessing Biodiversity and Sharing the Benefits: Lessons from Implementing the Convention on Biological Diversity”, IUCN Environmental Policy and Law Paper No. 54, World Conservation Union, 2004, 316 pp. http://www.iucn.org/themes/law/pdfdocuments/EPLP54EN.pdf
[1] Megaçeşitliliğe sahip (Megadiverse) ülkeler: Yüzölçümleri toplamı dünyadaki karaların %10’undan azını kapsasa da, biyolojik çeşitliliğin %70’ini barındıran, çoğu tropikal bölgelerde bulunan 17 ülkenin, 2002’de oluşturdukları organizasyon (Avustralya, Bolivya, Brezilya, Çin, Ekvador, Endonezya, Filipinler, Güney Afrika, Hindistan, Kolombiya, Kongo, Madagaskar, Malezya, Meksiko, Papua Yeni Gine, Peru, Venezüela --çev.).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder